12 Nisan 2013 Cuma

Korku da verimli yapar.

Yaşlanma korkumun doruk yaptığı zamanda 27 Subatta( ki doğum günüm olur) başlamıştım bu şarkıya. O zaman dedim ki rahat rahat yapacam aga acele yok. Ama dün hafıf bir ürperti oldu yıne dedim geç olmadan bitireyim. Bu sefer sıkıntı değil korku verimli yaptı.

Birthday by Rahatbatan on Grooveshark

17 Şubat 2013 Pazar

Sıkıntılı zamanlar (2.perde)

Çin'de geçen sıkıntılı  günlerde aşağıdaki şarkıyla meşgul olmuştum.Kayıtlar çok iyi değil sanırım onlarda buhranlı zamanların etkisinde kalmışlar. :) Afıyet olsun!

MadeinChina by Rahatbatan on Grooveshark

15 Şubat 2013 Cuma

Umuts

Uzun zaman gecmis burada birsey yazmayali. Belli ki bir heves olarak kalmis blogum :) Heves kaldigi yerden devam etsin o zaman.

 Efendim iş yerindeki sıkıntılı anlarımı boşa geçirmedim. Bir öykü yazdım. İdda ediyorum bu öykü Guinness`e aday. Dünyanın enselenmemek için en çok ALT+TAB kullanılarak yazılan öyküsü. Yazim yanlislarina dikkat etmezsek sevinirim. Buyrun:




                Umuts
Adımlarını sıklaştırdı. 3 dakika sonra istasyona gelen banliyö trenini kaçırmamalıydı. Üstüne son bir aydır çöken rehavet, tekrar tekrar çalan saate rağmen sürekli geç kalmasına sebep oluyordu. Uykusunun en güzel yerinde 5 dakikada bir çalan o sinir bozucu şarkıdan bıkan ev arkadaşı onu uyandırana kadar o bir kuş olup İstanbulu doyasıya seyrediyor, balık olup  bir Karadenizde, bir Marmara da bir Egede yüzüyordu. Akşam televizyonun karşında uyuyup kaldığını fark ettiğinde:
"Sabaha alırım duşu da yaa, dur saati 15 dk erkene kurayım" dedi.
Selim yine odasına kapanmış, dünyada bilgisayarının ekranından daha ilginç bir şey olabileceği olasılığını kafasından atabilmek için daha bir hızlı abanıyordu klavyenin tuşlarına. Koltuktan doğruldu,odasına doğru sadece tek gözü açık olarak ilerledi. Uykusu kaçsın istemiyordu. Yatağı gördükten sonra o göz de kapanıverdi. En mutlu olduğu yere kavuşmuştu işte. Üstüne atladığı yorganın altına çevik bir hareketle giriverdi. Sonrası... sonrası rengarenkti, renkler müzik iç içe geçmiş adeta onu içeri, tüm bu güzelliğin içine davet ediyorlardı. İleri doğru adım attı. Belirsiz bir karaltı gördü, müzik ondan geliyordu. İnsanın tüm sorunlarından uzaklaştıran bir müzik. Bu ‘O’ muydu?
Selim`in önce kalın ellerini sonra bet sesini fark etti:
- "Kalk Lan kalk sana da çalar saatine de..." sonrası bilindik tekrarlardı. O olmasa çoktan işten atılmıştı, koca adam olmuştu ama kendi başına kalkamıyordu, ona son zamanlarda bir haller olmuştu.Umursamadı. Saate baktı. Selimin dedıği kadar vardı bugün de işe geç kalırsa fırçanın kralını yiyecekti. Zaten yan masasındaki Murat yavşağı, onun geç kaldığı sabahlarda verdiği selamı yüzünü ekşiterek alır olmuştu.
Tren istasyona yanaştığında atacak daha bir sürü adımı vardı. Üstündeki takım elbise ve bond çantanın ağırlığına önemsemeyip koştu. Yerdeki su birikintisine dikkat etmemişti. Koştukça paçaları ıslandı ve kumaş pantolonun içine işleyip ıslaklığı hissettiğinde aklında ne iş yeri vardı ne de istasyonda kapıları açık bir şekilde duran tren. Durup paçalarına baktı. Biriken su ile ilgili olabilecek her türlü kişiye okkalı bir küfür savurdu. Kafasını kaldırıp trene baktığında şaşırtıcı şekilde hala peronda ve kapıları açık halde beklediğini fark etti.
İleri atıldı. Ayağı yere ilk dediğinde gözünün önüne şirketteki bıyıklı güvenlikçinin pis yalakalık dolu sırıtışları geldi. Trene yetişmek işin bacakları üzerinde yaylanarak bir hamle daha yaptı.Islak tabanı yere tekrar değdiğinde asansörde karşılaştığı "genç profosyenel" imajlı kel adamın ona trenin içinden dik dik baktığını sandı. Üçüncü kez ayağını yere bastığında trene çok yaklaşmıştı. Kapıların kapanma sesi de gelmediğine göre kesin yakalamıştı treni. Ardından Murat belirdi gözlerinin önünde;  " nah yakalarsın kaçtı tren oğlum" dedi, o çok bilmiş tavrıyla.Bir ağız dolusu küfrü de Murata savurdu.
Bugün geç kalmayacaktı. Trene binmeden önceki son adımını atmıştı ki trenin içindeki ekranda, son 7 aydır bayram ve resmi tatiller dışında her gün defalarca gördüğü, her gördüğünde karnının orta tarafını ağrıtan, acıdan kıvrandıran Selma belirdi,Selması... Reklamda mı oynuyordu yoksa? Delice kıskandı o an. Üst dudaklarını ısırdı.
O Selma ile meşgulken, su birinkitisinden tabanına aldığı ödünç su taneleri ayakkabısı ile zemin arasındaki kuvvetli dostluğu zayıflatmıştı.Treni yakalamak için atılan o kuvvetli adıma karşı bu dostlar birlikteliklerini koruyamadılar.Ayağının artık sağlam basmadığı fark ettiği anda Müdür Selma’nın arkasında bitmişti bile. Yavaşça yaklaşan müdürü fark etmeyen Selma ise o kısık gözleriyle havaya bakıp bir şeyler düşünüyordu. Bunun reklam olmadığı apaçık ortaydı ama beyninde o an için bu konuyu değerlendirecek boş hücre bulunmamaktaydı.
Ayağı zeminde uzun bir süre kaydıktan sonra 70 kiloluk vücudu dengesini çoktan yitirmişti. Artık iki ayağı havada elindeki Bond çanta ile Tren ile peron arasında süzülmekteydi.Kayarak havanlandığı için zaten çizilen karizmasını artistik bir şekilde inerek onarmak derdindeydi ki ekranda müdürün kollarının Selmanın incecik belini sardığını gördü. İşte o an Selma arkasına döndü.Davetkar bir gülümseme ile müdürü selamladı.
O an "uuiiiyyy" diye haykırdı. Kedine geldiğinde göt üstü düşüp kuyruk sokuğu kemiği sızlar vaziyette ekrandaki şişman komedyenin meyveli yoğurt reklamına bakarken buldu. Mutlak sessizlik saniyeler sonra bozulmuş, önce kıkırdamalar, sonra acıma dolu fısıldaşmalar sonra yardım etmek üzere uzlaşan toplumsal içerikli nidalar duydu.
O önce omuzunun üzerinden arkaya aşmış kravatını düzeltti. Sonra çantasını aradı göz ucuyla ki biri girdi koluna kaldırdı onu yerden. Çantası 50-55 yasındaki bir teyzenin elinde duruyordu. Gülümsedi çünkü teyze elinden fırlayan çantaya 4 kolla sarılmıştı.Artık nasıl yakaladıysa diye düşündü. Çantayı alırken özür diledi kadın tatlı bir kızgınlıkla ‘dikat et olum hem kendini hem bizi sakatlama’ dedi.
Üstünü hiç temizlemedi. Herkesin içerisinde poposunu tokatlamak istemiyordu. O an düşerken attığı çığlık geldi aklına. Selmaya mı kızdığından mı, canı yandığından mı öyle bağırdı. ‘Keşke ‘aghhh’ diye bağırabilseydim’ diye geçirdi içinden.İşte o zaman bir nebze toplayabilirdi yerlerdeki karizmasını. Şöyle bir göz attı vagondakilere tanıdık yoktu allahtan. Sahi sık sık gördüğü o kumral  etrafta mıydı? Tekrar bakındı çevresine yavaşça. O da yoktu. Ne kadar onu keserek yolculuk edemeyecek olsa da bu rezilliğini görmemiş olması büyük şanstı.
                En sonunda iş yerine zamanında varmıştı. Güvenlikçinin kapıdan giren topuklu bayanlara  sırıtışına bugün ayrı bir sinir oldu. Tam kartını basacakken aletin yanında bulunan yığınla bulunan broşürleri heyecanlı bir hareketle yere düşürdü. Güvenlikçinin durumu anlamasıyla yere eğilmesi bir oldu. Artık o havalı kadınlar bekçinin kaba etlerine bakıp sırıtıyorlardı. Olay mahallinde acelesi varmış gibi uzaklaşırken güvenlikçinin ‘Poroblem yok, dikkat edelim basmayalım’ uyarılarını dinleyip keyiflendi.  Asansöre bindi ve içinden ‘ulaaan yine o kel adam yaaa’ söylendi. Normalde kafası ile vücudu arasındaki 90 derecelik açıyı muntazam şekilde koruyan o  kel, onun kirlenmiş pantolonu ve ceketi üzerinde gözlerini gezdirdi. Kel adamın yüzündeki tiksinti yetmişte artmıştı bile.
Hızla yukarı çıkan asansörde dengesini kaybetmiş gibi yaparak adamın üzerine devrildi. Tam bu sırada ayakkabısıyla o jilet gibi ütülenmiş pantolonda iz bırakmayı başarmıştı. Kel adam pantolonunu temizlemek için yere eğildiğinde, o pas parlak yeni traşlanmış  kafaya tepeden bakarak yarım ağız özür diledi ve asansörden fırladı.  Bürosu bir üst kattaydı ama Selma’nın kendisini böyle görmesine izin veremezdi.
Lavaboya gitti, toz toprak içendeki paçalarını ve Poposunu temizledi. Yapabileceğinin en iyisinin bu olduğuna karar vererek  toparlandı. Büroya yollandı. Girdiği andan itibaren gözü Selma’daydı.  İlk selamı kim verecek oyunu başlamıştı bile. Selma’nın masasına kadar birkaç kişiye isimleriyle seslenerek selam verdi, yeterince dikkat çekmişti. Şimdi atılacak en fazla dört adımı vardı bu oyunu bugün kazanacaktı, hissediyordu.
Tam o anda Selma kafasını döndürüp ona baktı. Gülümsedi. Bu gülümseme kalbinin dakikada 40 kere daha fazla çarpmasını sağlayacak adrenalini salgılamaya yetmişti. Selma ‘günaydın’ dediğinde, bugüne kadar sesinde hiç duymadığı bir neşe keşfetti. O kadar mutlu olmuş ve heyecanlanmıştı ki , cevap verirken sesini kontrol edememekten korkuyordu. Ve korktuğu oldu. ‘GÜNAYDIN’ diye öyle bağırmıştı ki ekstradan bir kaç kafayı daha kendine döndürmeyi başarmıştı. Tüm bu olanlar  Selma’nın yüzündeki gülümsemeyi bir kat daha büyütmüştü.
Masaya geçtiğinde kötü başlayan günün ne kadar güzel bir hale geldiğini tekrar etti durdu kendi kendine. Bilgisayarını açtı ve mailleri kontrol ederken  Murat yavşağının  masasına yaklaştığını fark etti. Umursamadı telefonu kaldırıp rastgele numara tuşladı.  Murat masasının önünde kısa süre dikildi, ‘hı.hı’ları bol olan kısa bir konuşma dinledikten sonra  havalı bir vücut diliyle ben sonra gelirim demek istedi. Biraz daha konuşuyormuş gibi yapıp telefonu kapattı.
Günlük rutinlerini tek tek yapmaktaydı. Yanından geçen müdürün gözleri bilgisayarının ekranını tararken oldukça karmaşık bir excel tabelasıyla uğraşıyor gibi görünüyordu. Ama kafasında Selma ile uğraşıyordu. Onun bugün ki sıcak selamı, gülüşü umutlarını  yeşertiyor.Hayatının çok güzel olabileceği düşüncesi her hücresini  kaplıyordu. Bu heyecanlar arasında çok da rahat olmadığını fark etti.
                Masasından kalkıp tuvalete gitti. Her zaman olduğu gibi işini ağırdan alıp, iş zamanı içindeki bu kısmi özgürlük anlarının tadını çıkardı.  Büroya döndüğünde ise herkes ayaktaydı ve kendisine gülümsüyordu. En önde de Selma.  O an hemen her dile uyarlanmış iyi ki doğdun şarkısı kısık ve çekingen bir tonla başladı. Masasına vardığında ise üzerinde tek bir mum olan çikolatalı çilekli pastayı gördü. Selma ile göz göze geldi, şarkı bitmiş Selam alkışlamaya başlamıştı. 26 tane birbirine vuran ellerden sadece 2 tanesinin çıkardığı sesi duyuyordu.
                Mumu üflemeden mum sayısı  ve yaşıyla ilgili bir espri yapmak istedi. Ancak o an 29 olduğunu ve 29 olduğunda yapacağını hayal ettiği şeylerin ne kadar gerisinde olduğu anımsadı. Sustu.  Selmaya bir bakış attı sonra seni seviyorum der gibi kuvvetlice üfledi. Pastanın üzerindeki parçalar etrafa yayıldı. Bilgisayarı,  belgeler, not defteri bu kuvvetli hissiyattan nasiplerini aldılar. Murat yavşağı hemen laf sokmaya çalıştı. ‘Benim üzerimden prim yapmaya çalışacak göt’ diye düşündü. Dinlemedi, tepki vermedi. Selma o güzel kahkahalarından birini daha atıp, onu ilk öpen (yanaklarına yanaklarını değdirdi) oldu.
Sonrasında ise sahte 12 öpüşme gerçekleşecekti. Müdür dahil! Herkes bu sıkıcı ortamdaki ufak rahatlama fırsatını, kendisinin ne kadar akıllı seçimler yaparak yaşadığını kanıtlama derdinde konuşarak değerlendirmekteydi.  Öpüşmeler bittiğinde 12 dilim pasta masasının üzerinden bu muhabbetlere meze olmak üzere  imece usulüyle varış noktasına doğru ilerlemekteydi.  Masanın üzerinde diğerlerine göre daha kocaman bir dilim kalmıştı. Onu da Selma ‘bu da senin’ diyerek uzattı.
‘Sen yemeyecek misin’ diye sordu.
‘Seninkinden alırım bak zaten kocaman ayırmıştım’
Selim mutluluktan ölmek üzereydi. Öyle ki gidip büro içinde koşarak saçma sapan sesler çıkarmak istiyordu. ‘Tüm bunları Selma mı hazırlamıştı?’ ‘Doğum günümü mü önemsemişti’. Bunlar gerçek olamayacak kadar güzeldi. Tam o sırada selmanın çatalı elinde tuttuğu tabağa daldı. Ağzına götürene kadar  çatalı takip etti. Çilek ve çikolata tatları karışımının  Selmanın yüzünde bıraktığı o etki üzerine bu pastanın kendisinde erotik hisler uyandırdığını fark etti.

Selma sordu:
        ‘Eee nerde kutluyoruz?’
       ‘Bilmem düşünmedim hiç pekte kutlamam aslında.’ dedi ve pişmanlık duygusunun bu kadar ağır yaşanabileceğini öğrendi.  Uzun süre sesliklik yaşadılar. Pastayı bile yiyemiyordu artık. Tam bir öküz imajı çizmişti. Tam bir öküz... Sessizliği yine Selma boydu.
‘Bak istersen şöyle yapalım. Ben arkadaşımla yeni bir eve taşındım. Hafta sonu  ofistekileri zaten çağıracağım.  Orada bu ikisini de kutlamış oluruz’.
Kafası bir an düşüncelerle doldu. Selmanın evine mi gidecekti. Arkadaşı kimdi? Yoksa erkek arkadaşı mıydı? Yoksa ilgisini anlayıp kırmadan vazgeç demek için mi davet etmişti. Onun evine nasıl gidecekti ki ne ev hediyesi almalı mıydı? Ne alırsa uygun olurdu. 7 aydır  bir ufak umut ışığı bile alamadığı Semra’nın bugün bunları söyleyeceği nereden tutmuştu? Aklına onu düşünürken dinlediği şarkılar geldi.  Bu sözler bugüne kadar ne kadar çok onu anlatıyordu. Ve bugün nasıl olup onu yarı yolda bırakacaktı şarkılar. Ne yapacaktı Umut ? Bu karmaşıklık tıkadı ağzını.
-          Tat... am am tt aaam .   Selmayı güldürmüştü yine.

14 Aralık 2008 Pazar

ATEŞLER ÜLKESİNDE DANS

Merhabalar ...
9 günlük tatil sayesinde dostlarım Onur ve Geylaninin yaşadığı Baküde bulundum. Çeşitli gözlemlerim deneyimlerim oldu. Aslında yaşadıklarımı unutmamak ve yazmak için havaya girmek
için bu blog'u yazıyorum. Umarım birileri okur görüşmek üzere.....

Atatürk Havalimanındayım. Önümüzde bizi uçuracak pekte yeni gözükmeyen AZAL’a ait uçak duruyor. Kulağım Azeri Türkçe’si ile konuşan diğer yolcularda ne konuştuklarını çözmeye çalışıyorum. Bu en azından ilk uzun uçak yolculuğumda önce tedirginliğimi atmama yardımcı oluyor. Uçağa bindikten sonra sonradan yapıştırılmış uyarı kartlarının arkasında İspanyolca yazılar görüyorum. Yıllarca Güney Amerika’da çalışıp ucuzluktan alınan bir uçakla uçacağım!

Uçağımız maslak ve Zekeriyaköy üzerinden geçip Boğazın Karadeniz ile buluştuğu noktadan geçiyor. Manzara muhteşem kilometrelerce uzunluktaki boğaz gözünün önünde uzanıyor. Refleks olarak fotoğraflamaya çalışıyorum ancak pekte başarılı olamadım. Bu güzel şehre hoşça kal diyerek Karadeniz kıyıları üzerinden yol alıyoruz. Yol arkadaşlarımla sohbete koyuluruz. İkisi de oldukça tuzu kuru insanlar saatleri kendilerine uymamasına rağmen örnek bir ulusalcılıkla kendi havayolu şirketlerini tercih ediyorlar. Derken yemek servisi başladı. Konu tabi ki Azeri yemekleri… Servis edilen şarap çok hoş. Azerbaycan’ın ılıman bir iklime sahip olduğunu biliyordum ancak şarap üretecek kadar üzüm üretimi olacağı beni şaşırttı. Bu şarapların kırmızı ve beyazlarından bol bol tadıp(hatta biraz fazla kaçırdım) sohbetin keyfini çıkarıyordum. Aşağıda karlı dağlardan başka gözüken hiçbir şey yok. Çok geçmeden iniş anonsu duyuluyor. O anda yazımın başlığı şekilleniyor aslında. Batan güneşe inat göğe yükseliyor petrol kuyularındaki alevler,yüzlerce ateş direniyor yıllardır süren yoksulluğa, karanlığa. Bu kuyular 2.dünya savaşında Rus ordusunun yükünü çekmiş, şimdi yabancı şirketlerin karnını doyuruyor .

Atatürk Havalimanında başlayan yolculuğum Haydar Aliyev’de son buluyor. İndiğim andan itibaren gözler uzun saçlarımda… Bu arada aklımda zor kapattığım valizimin uçaktan atılırken(ki gerçekten atılıyor) patlama olasılığı… İşlemleri atlatıp çantam iki kere arandıktan sonra işte Azerbaycan toprakları ve Gardaşlarım. Oldukça modern bir yoldan şehre ilerliyoruz. Taksicinin araç TV’sinde bir Türk dizisi açmasını başta bize bir jest olsun diye yaptığını düşündüm. Maalesef yanılmışım taksici araç sürerken televizyon izliyor. Neyse ki trafik tıkalıydı ve çok büyük tehlikeler geçirmedik. Geniş ve iyi dekore edilmekte olan bir yoldan şehre doğru adım adım ilerlemekteyiz. Trafik neyse ki İstanbul’u aratmıyor. Yol boyu Sovyet yönetiminden kalan evler gözüküyor. Evlerin çoğu iyi görünümlü ve düzenli bir planla yerleştirilmiş. Şehrin içine indiğimizde de manzara aynen devam ediyor. Şehir modern bir şekilde planlanmış, yollar oldukça geniş ve tüm kamu binaları estetik bir kaygıyla yapılmış. Pek çok bina ve sembol de modernleşme adına Bakü’nün kalbinden sökülmüş. Bu konuya daha sonra genişçe eğileceğim.

Bakü’de bir türk restoranı bulup karnımızı doyurduktan sonra Bakü gecelerine akıyoruz. Barlar daha çok petrol işlerinde çalışan İngilizlere hitap ediyor. Bir Azeri genci smokin giyip ünlü İngiliz şarkılarına karaoke yapıyor. Elde biralar tüm bar “cheers” diye haykırıyor zorlanmış İngiliz notalarına. Artan alkol ve “English man in Newyork” ile dans başlıyor. Yüzyıl boyunca bu ülkeyi yakan ,yıkan,savaşlar çıkartan, şimdi ise Azerbaycan’ın tezatlar ülkesi olmasına sebep olan PETROL, emekçilerinin dansını izliyor uzaktan. Ateşler ülkesinde dans başlıyor.